Antik Yunan'da diyalektiğin doğuşu | Sean Ledwith
Marx ve Engels, Yunan Mucizesi'nin kazanımlarının belli bir tarihsel anda Doğu Akdeniz'de birbirine yakınsayan toplumsal ve iktisadi güçlerin oluşturduğu bir konjonktürün sonucu olduğunu anlamışlardı.
Counterfire’dan çevirdim. The birth of dialectics in Ancient Greece. Sean Ledwith. 27 Ağustos 2023.

Marx ve Engels, ikisi de, Antik Yunan’daki fikirlere, olaylara ve şahsiyetlere ömür boyu ilgi duymuşlardı. Geleneksel tarihçiler, "Yunan Mucizesi" olarak adlandırılan ve Batı dünyasının temel kavramlarının birçoğunun ilk kez ortaya çıktığı yaklaşık M.Ö. 700-300 arası dönemden bahsetmeyi pek severler. Euripides, Phidias, Sokrates ve Aristoteles gibi yaratıcı dehalar tarafından mimarlık, tiyatro, felsefe, şiir, siyaset bilimi ve heykeltıraşlık gibi çok çeşitli disiplinlerde öncü gelişmeler kaydedilmiş ve bunlar kendi alanlarındaki çalışmalar için çıkış noktası olmaya devam etmiştir. Bu dönem aynı zamanda Atina demokrasisinin yükselişine, Pers İmparatorluğu ve Sparta devleti ile çatışmalarına ve Büyük İskender'in zirve yapan hegemonyası gibi dramatik siyasi çalkantılara da tanıklık etmiştir.
Marx, bu dönemin, belki de diğer tüm kapitalizm öncesi dönemlerden daha fazla, modern dünyadaki cazibesini neden koruduğuna dair felsefi sorunla yakından ilgiliydi:
Ama zorluk, Yunan sanatının ve destanının toplumsal gelişmenin bazı biçimlerine bağlı olduklarını anlamakta değildir. Zorluk, bunların bizim için hâlâ bir estetik tatmin sağlamaları ve bazı bakımlardan bizim için ulaşılamayan normların ve modellerin değeri olmalarıdır. [….] İnsanlığın tarihsel çocukluğu, insanlığın en güzel açılıp gelişmesine ulaştığı o zaman, artık bir daha dönmeyecek olan o gelişme aşaması, niçin bizi sonsuzluğa kadar büyülemekte devam etmesin? (…) Antikçağın birçok halkları bu kategoriye girerler. (…) Onların sanatının bizi büyülemesi, o sanatın içinde büyüdüğü toplumun ilkel niteliği ile çelişki teşkil etmez. Bu büyüleme, tersine, o toplumun ürünüdür. Ve o sanatın doğmuş olduğu, ve ancak doğabileceği yeteri kadar olgunlaşmamış toplumsal koşulların hiçbir zaman geri gelemeyeceği gerçeğine bağlı bir büyülemedir. [Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, çev. Sevim Belli]
Kölelik üzerine inşa edildi
Birer materyalist olarak Marx ve Engels, Antik Çağ'ın tartışmasız çığır açan başarılarının nüfusun büyük bölümünü sefalete mahkûm eden acımasız ve doymak bilmez bir insan köleciliği sistemine dayandığını ve yukarıda adları geçen şahsiyetlerin de aralarında bulunduğu bir sömürücü tabakanın bu sayede devrimci fikirler ve teknikler geliştirecek zamana ve serbestliğe sahip olduğunu çok iyi biliyorlardı. Engels şöyle yazar:
Tarım ile sanayi arasında oldukça geniş ölçüdeki bir işbölümünü, ve sonradan, eski dünyanın doruğunu, hellenisme'i olanaklı kılan tek şey, kölelik oldu. Kölelik · olmasaydı, Yunan devleti, Yunan sanat ve bilimi olmazdı; kölelik olmasaydı, Roma İmparatorluğu olmazdı. Ne var ki, hellenisme ve Roma İmparatorluğu temeli olmasaydı, modern Avrupa da olmazdı. Bizim tüm iktisadi, siyasal ve entelektüel . evrimimizin, köleliğin genel olarak kabul edilmiş bulunduğu ölçüde zorunlu da olduğu bir durumu önkoşul olarak koştuğunu hiçbir zaman unutmamalıyız. [Anti-Dühring, çev. Kenan Somer]
Mucize falan yok
Yine birer materyalist olarak Marx ve Engels, bu Yunan Mucizesi'nin kazanımlarının, 18. ve 19. yüzyıllardaki burjuva tarihçilerinin iddia ettiği gibi Batılı değerlerin varsayılan üstünlüğünden değil, belirli bir tarihsel anda Doğu Akdeniz'de birbirine yakınsayan toplumsal ve iktisadi güçlerin oluşturduğu bir konjonktürün sonucu olduğunu anlamışlardı. Yunanistan ve Ege Denizi'ndeki adalar, M.Ö. 800 civarında Demir Çağı'nın Bronz Çağı'nın yerini almasıyla birlikte komşu uygarlıklar Mısır, Babil ve Hindistan arasında akmakta olan hem mal hem de fikir alışverişinin kesişiminden fayda sağlamak için ideal bir konumdaydı.
Bu toplumlar iktisadi açıdan daha gelişmişlerdi fakat genelde düz olan coğrafi yapıları onları baskıcı ve güçlü monarşilerin tepeden inme denetimine karşı savunmasız kılıyordu. Buna zıt olarak, büyük ölçüde dağlık bir bölge olan Yunanistan'da yöneticilerin geniş bir hâkimiyet kurması çok daha zordu ve birbiriyle bağlantılı adalar bağımsızlıklarını korumak için güçlü donanmalar inşa etmişlerdi. Bu dönemde Küçük Asya'da ortaya çıkan para, Yunanlıların deniz ekonomisinin genişlemesini ve zenginleşmesini sağladı.
İyon devrimi
Felsefenin ilk geliştiği yerin Türkiye'nin batı kıyısındaki İyonya bölgesi olması oldukça anlamlıdır. Bilhassa Miletos kıyı limanı, daha önce benzeri görülmemiş bir materyalist evren anlayışını, yani doğal dünyanın kavranışında din faktörünü ikinci plana atan, hattâ tamamen ortadan kaldıran bir evren anlayışını hep birlikte yaratan bir dizi önemli düşünüre ev sahipliği yapmıştır. Şehrin ve onu kuşatan bölgenin, bu dönemde, toprak sahibi soyluların kurduğu denetimin siyasi gücüne meydan okuyan yeni tacirler ve simsarlar sınıfı arasındaki şiddetli sınıf mücadelesine sahne olduğu söylenebilir. Bu ortam, M.Ö. 640-546 arasında yaşayan Thales'in öncülük ettiği Milet materyalizmi okulunun doğuşunu sağlayan entelektüel ve iktisadi mayayı da beslemiştir.
Kendisi hakkındaki bilgilerimiz son derece kıt olsa da, antik kaynaklar Thales'in 585 yılında gerçekleşen güneş tutulmasını şaşırtıcı bir şekilde tahmin ettiğini kaydeder ki bu, o dönemde Ege'de ticaret ve denizciliğin genişlemesine eşlik eden astronomik ve matematiksel ilerlemelere dair dikkate değer bir kanıttır. Bulunduğu konum göz önüne alındığında Thales'in materyalizminin temelinde suyun doğadaki her şeyin temeli olduğu inancının yatması şaşırtıcı değildir. Tüm Miletli materyalistler gibi Thales'in parlak sezgisi de 21. yüzyıldaki sofistike bilimsel bakış açımıza göre basit kalabilir, fakat suyun Dünya'daki ve kendi bedenlerimizdeki yaşamın gelişiminde taşıdığı hayati önem düşünüldüğünde, dinsel dogmanın pençesinden kurtulma yolunda atılmış büyük bir adımdır.
Thales'in akrabalarından ve öğrencilerinden biri olan Anaksimandros, canlı ve cansız her şeydeki niceliksel ve niteliksel değişimin etkileşimine dikkat çekerek, büyük Viktorya dönemi bilim adamı Darwin'in evrim görüşünü yüzyıllar öncesinden zekice öngörmüştür: “Bu, her şeyin oluş ve yok oluş ilkesidir; uzun zaman aralıklarında içinden sonsuz sayıda dünyalar ya da tanrılar doğar ve yine aynı şeyin içine göçüp giderler.” Diğer Miletliler gibi Anaksimandros da varsayımını sadece soyut akıl yürütmeye değil, doğanın yakından gözlemlenmesine, bilhassa da fosil kayıtlarının, uzun süre önce soyları tükenmiş olmasına rağmen gezegende hayatta kalan yaşam formlarına bir şekilde katkıda bulunmuş pek çok canlı türünün varlığına nasıl işaret ettiğine dayandırmıştır.
El değmemiş sadelik
Erken dönem İyonyalı büyük materyalistlerin sonuncusu olan Anaksimenes, hava modülasyonlarının evrenin birincil yapı taşları olduğunu postüle etmiştir. Bu da, evrenin erken tarihinde hidrojenin kritik rolüne ilişkin bugünkü anlayışımız doğrultusunda oldukça etkileyici bir tahmindir. Engels, Miletlilerin süslenmemiş doğrudanlığının nasıl aynı anda hem büyüklüklerinin hem de nihayetinde sınırlı kalmalarının kaynağı olduğunu ustaca gözlemlemiştir:
Burada, diyalektik düşünce, hâlâ doğal yalınlığı içinde görünmektedir (…) Yunanlılarda doğa -henüz doğayı parçalara ayıracak, tahlil edecek kadar ilerlemedikleri için- bir bütün olarak, genel hâlde görünür. Doğa görüngülerinin evrensel bağıntısı, özellikleriyle tanıtlanmaz ; Yunanlılar için bu, dolaysız görü sonucudur. Yunan felsefesinin yetersizliği buradadır, bu yüzden, bu felsefe, sonradan dünya konusundaki öteki görüş tarzlarına boyun eğmek zorunda kalmıştır. Ama daha sonraki bütün metafizik karşıtları karşısındaki üstünlüğü de buradadır. [Doğanın Diyalektiği, çev. Arif Gelen]
İyonyalı materyalistler, çok bilindiği üzere dünyanın ilk demokrasisinin hayata geçirildiği Atina'daki devrim niteliğinde olaylarla aynı döneme denk gelen bir sonraki Yunan filozof dalgasının temellerini atmışlardı. M.Ö. 508'de tüccarlar, küçük mülk sahipleri ve borçlu köylülerden oluşan bir koalisyon, kentte bir ayaklanma örgütleyerek, tiran bir aile olan Pisastratidleri kovmuş ve Antik Çağ'da siyasi gelişmenin zirvesini temsil eden bir halk katılımı ve oylama sistemi kurmuştur. Bunu takip eden 5. ve 4. yüzyılların -kadınları, yabancıları ve köleleri dışlayan- demokrasisi modern standartlara göre oldukça sınırlıydı ama yine de kendinden önceki toplumlara hükmeden mutlak monarşilere kıyasla büyük bir gelişme sayılırdı.
Herakleitos üzerine Lenin
Gerçek anlamda diyalektik düşünürlerin Ege'de yetişen ilk temsilcisi, M.Ö. 540-483 yılları arasında yaşamış ve bugünkü Türkiye'de Efes'te ikamet etmiş olan Herakleitos'tur. Değişimin gerçekliğin asli unsuru olduğunu söyleyen Herakleitos'un bu çığır açan düşüncesi, yaşadığı bu çok önemli dönemdeki yoğun sınıf mücadelesinin bir yansımasıdır. Bugün bile sıkça atıfta bulunulan ünlü "Aynı nehirde iki kez yıkanamazsın" aforizması dolayısıyla Presokratik düşünürler arasında muhtemelen en çok bilinen kişidir. Herakleitos tanrıların varlığını açıkça reddetmiş ve evrenin ilksel öğesi olarak ateşi öne sürmüştür: "Herkes için aynı olan bu dünyayı tanrılar veya insanlardan hiçbiri yapmamıştır. O her zaman ateş olmuştur, şimdi ateştir ve her zaman ateş olarak kalacaktır: Ölçüyle yanan ve ölçüyle sönen canlı bir ateş." [çev. Ahmet Arslan]
Herakleitos'un çekişme ya da çatışmanın doğanın her alanında asli ve daimi bir etmen olduğuna dair vurgusu, yüzyıllar sonra Marx ve Engels'in, insan toplumlarında sınıf mücadelesinin asli unsur olduğu yönündeki düşünceleri üzerinde önemli bir etki yaratmıştır. Herakleitos şöyle yazar: "Mücadelenin her şeyin ortak özelliği ve çatışmanın da adalet olduğunu, her şeyin çatışma yoluyla var olup yok olduğunu bilmemiz gerekir." Lenin de Herakleitos'u, çatışan güçlerin savaşının nasıl her düzeyde gelişimin dinamosu olduğunun altını çizdiği için, diyalektiğin öncülerinden biri olarak selamlamıştır:
Çünkü Bir, iki karşıttan oluşan şeydir, öyle ki ikiye bölündüğünde karşıtlar açığa çıkar. Yunanlıların, büyük ve ünlü düşünürleri Herakleitos'un kendi felsefesinin başına koyduğunu söyledikleri ve yeni bir keşif olarak yücelttikleri önerme bu değil midir?
Marx ve Atomcular
Marksizmin kurucuları açısından en önemli Yunan filozofları Demokritos ve Epikuros'tur. Marx, 1840'ların başında Almanya'da öğrenciyken doktora tezini bu iki büyük düşünürün karşılaştırılmasına adadı. Hayatının bu noktasında Marx kendi adıyla anılacak olan teorik sistemi elbette henüz tam olarak geliştirmemişti, fakat bu tez çalışması onu birkaç yıl içinde devrimci sosyalizme götürecek olan düşünsel güzergâhlardan biriydi. Atomculuk teorisinin öncüsü olan Demokritos, M.Ö. 460-370 yılları arasında yaşadı. İnanılması güç ama hiçbir bilimsel donanımı olmayan Demokritos, tüm doğanın boşlukta sürekli hareket ve etkileşim hâlindeki görünmez ve bölünmez madde parçacıklarından oluştuğunu ileri sürmüş ve bunlara atom adını ilk kez o vermişti. Bizim bugün atom-altı dünyaya dair anlayışımız her ne kadar Demokritos'un ortaya koyduğu çerçevenin basit göründüğünü ifade ediyor olsa da, onun doğanın temel yapı taşlarına ilişkin bu temel içgörüsü fiziğin köşe taşlarından biri olmayı sürdürüyor.
Felsefeden siyasete
Marx, Demokritos'un bu büyük başarısını takdir etmekle birlikte, ondan birkaç onyıl sonra yaşamış olan Epikuros'un fikirlerini çok daha önemli buluyordu. Epikuros'a göre atomlar doğanın görünmeyen bileşenleridir ancak faaliyetleri Demokritos'un öne sürdüğü gibi deterministik ya da mekanik değildir. Epikuros'a göre atomların hareketlerinde özerklik ve rastlantısallık önemli rol oynar. İnsan eylemliliğini tarihin itici gücü olarak vurgulayan bir tarihsel materyalizm anlayışına yönelen genç Marx'ın bu bağlamda Demokritos yerine Epikuros'u tercih etmesi anlaşılır hâle gelir. Doktora tezinde yazdığı gibi:
Atomun doğru çizgiden sapması, aslında Epikuros'un fiziğinde rastgele ortaya çıkan tikel bir belirlenim değildir. (…) atom göreli varoluşundan, yani doğru çizgiden nasıl ondan soyutlanıp kopmakla, uzaklaşmakla kurtuluyorsa, bütün Epikuros felsefesi de, soyut bireysellik kavramının, kendine-yeterliğin ve başka şeylerle her türlü bağıntının yadsınmasının onun varoluşunda temsil edilmek zorunda olduğu her yerde, sınırlayıcı varlık tarzından uzaklaşır. [çev. Hüseyin Demirhan]
İşçi sınıfının kendi kendini özgürleştirmesi üzerine Marx'ın çığır açan vurgusunun en açık ifadesi elbette bu değildir, fakat Marx’ın burada Epikuros'un daha dinamik atom modelini desteklemesi, insanın tarihin sadece nesnesi değil öznesi de olabileceğine dair özgün Marksist anlayışın ortaya çıkışının embriyon hâlindeki bir göstergesidir.